Sayfalar

5 Ağustos 2015 Çarşamba

SEYYAHENİN GÜNLÜĞÜ

“Tüm yollar kalbimize varır…” .
Nereye gitsem sensin heybemdeki eksik azık
Mataramda bayatlayan acı suyun kokusu
Koltuğumda okunmaktan yıpranan kitabın dibacesi
Kolumda durmuş saat sensin Zülkarneyn.
.
Ben kaçarken unutulmuşluğun hikayesinden
Her sessizlik harfinde duyduğum senin adın
Terk ederken yaşanmışlıkları ve şiirleri sonra şehirleri
Düşmüşken yollara çelebice doğmak için yeniden
Öfkeleniyorum sana ellerine ve gitmelerine.
.
Yeni yollar yürürken memleketimde
Ve bol güneşli sınır illerinde terlerken ruhum
Sen bırakmamışsın benim düşlerimi
Çözmemişsin simsiyah keder iplerini.
Sana rastlıyorum her taşın altında
Her yol kıvrımında çıkıyorsun karşıma.
.
Umutsuzluğun intiharında yorgunken
Dayandığım ağaç sana dönüşüyor
Adını da yazmışsın okuduğum her kitaba
Tarihi camilerde duada gördüm kaç kez
Kaç kez bir meydan heykelinde el çizgilerini
Türbelere takılan bezlerde gömleğinin parçası
Selçuklu medreselerinde öğrencilerden biriydin.
.
Denizden korkardın soluğu sahilde aldım
Velice dualarım kumlar ve ben nihayet yalnızım
Beyaz bir yelkenli yanaştı el salladı ışıktan yüzüyle.
Sensin… Neden rahat bırakmıyorsun beni
Zülkarneyn ben senden kaçıyorum Zülkarneyn.
.
.
Zeynep Sati YALÇIN

25 Haziran 2015 Perşembe

Şiir

                 ÇOCUK
Görülmesin diye savaşın çirkin yüzü
Kısaldı, bitti bereketi güneşin
Ötemizde yeniden bir kızıl yangın
Boğulurken ufuklar umudumuz sensin çocuk

Denizin bir yanı güneş sarısı mutluluk
Ölen çocuklardır öbür yanı
Kanıyor gözlerim yıldızlara baktıkça
Dualarımda hep sen varsın çocuk

Geciktiysen sisli bir Ankara gecesinde
Sahipsiz hüzünler dolar annelerin kalbine
Yollar sen geleceksin diye güzeldir çocuk
Sen gülünce bahar gelir ülkeme

Gidip de dönmeyenlere selam salacağım
Olanca kuvvetimle saracağım seni
Yüreğimde ay yıldız doğacak yeniden
Barış türkülerinde seni bulacağım çocuk.

Çünkü sensin benim emeğim ve cennetim
Kızıp sinirlenmişsem sabrım sen olursun
Daralırsa yüreğim tesellim sendedir çocuk
 Barış ve sevgi senindir sahip çık çocuk.


                                                      Zeynep Sati YALÇIN

Öykü

                                     BİR SALKIM ÜZÜMLE GELEN

             Bugün iş çıkışı semt pazarına uğrayacağım. Uzun zamandır pazara gidemedim. Havada üzüm kokusu var, üzüm alacağım, balkonda büyük bir keyifle, koklaya koklaya yiyeceğim. Bahar ne güzel bir mevsim… Bitkiler, ağaçlar, hayvanlar bütün börtü böcek taze nefes alıyor sanki. Hatta hava bile derin derin soluyor. Pazarda bağırmak yasaklanalı beri, sessiz sakin sebzesiyle meyvesiyle ilgilenen, insana ilişmeyen pazarcılar hoşuma gidiyor bugün. Gözüme kestirdiğim salkımları koyduruyorum kese kâğıdına. Biraz da can eriği. Fazlasını taşıyamam, çağımızın meşhur hastalıklarından fıtık benim de başımın belası.   İyi ki taşınmışız buraya, Yenimahalle sakin bir semt, seviyorum sükûneti. Araba korkusu olmadan dalıp düşünerek yürümek dinlendiriyor beni. Gün boyu biriken stresim yürüdükçe dökülüyor her adımımda. Bugün her şey güzel görünüyor gözüme.
              Balkonumuz biraz küçük ama olsun, demirlerine kadar uzanan çam ağacının salınışı bile öyle hoş ki, yanındaki huş ağacıyla sohbet ediyorlar her rüzgâr sesiyle. Elimde üzüm salkımı katılıyorum onların fısıltılı sohbetine. “Oğlumu özledim…” deyiveriyorum heyecanla. “Gözümde bir salkım üzüm oldu…” derdi babaannem, özlemlerini dile getirmek için. Buğulu, ferah, başka hiçbir nesnede olmayan bir güzel yeşille ve tatlı taneleriyle bir salkım canlanırdı zihnimde. Bu sözü en çok yaza doğru söylemeye başlardı babaannem, ta ki amcamlar yazın memlekete gelesiye kadar. Amcamlar bana göre de üzümdü artık, çünkü çocuk belleğimin kayıtlarında öyle yer etmişlerdi. Babaannem ilk ne zaman söyledi bilmiyorum, belki ben daha doğmadan da söylüyordu kim bilir.
                Amcam o zamanlar ailenin üniversite okuyan tek bireyi olarak sayılıp sevilirmiş. Bu saygıyı ve sevgiyi elde etmek hiç kolay olmamış. Dedem zorla mahalledeki ortaokula göndermiş amcamı. Sınıfta kalınca da kaç kez anlatılmış olsa da miktarı hiç telaffuz edilmeyen, ‘adam akıllı’ denilip geçiştirilen bir dayak yemiş dedemden ve evden kaçmış. İstanbul’a gitmiş, oraya daha önceden yerleşen hemşerileriyle irtibat kurup iş bulmuş. “Ali amca velim oldu, gidip okula yazıldım.” diye anlatırdı amcam. Birkaç arkadaşıyla bir oda kiralamışlar. Oda? Ev değil oda… Hem çalışmış, hem okumuş. Bir musibet onca nasihatten daha çok fayda etmiş. Dedem,  ancak birkaç ay sonra bulabilmiş amcamı. Halit ağa, Hulusi Kentmen’in ikizi gibi olan dedem, zamanın pehlivanı, varlıklı bir esnaftı o zamanlar. Okumaya değer veren, okumuş adamı el üstünde tutan biriymiş. Amcamı bulunca onun derme çatma düzenini hiç bozmadan geri dönmüş. Hatta onun bu gariban hali gizliden hoşuna bile gitmiş, fazla bir maddi yardım yapmamış. İnsanlar kimi zaman kendilerine karşı iyi olunmasından iyilik yapılmasından hoşlanmazlar, kendi kendilerine var olma savaşı onları daha güçlü yapar.
               Üniversite öğrenciliği sırasında evlenen amcamın hanımı Müjde Ar’a benzetilirdi. Çocuk muhayyilemizde bize Müjde Ar’dan daha güzel gelirdi. Çocuklar surete değil, gönle bağlandıkları için biz de gönülden severdik yengemizi. Her yaz tatilinin kavurucu sıcaklarında, serin buğulu bir üzüm salkımını özler gibi babaannemle beraber biz de hasretle beklerdik amcamla yengemi. Bazen balkonun demirine konan saksağanları postacı yerine koyar “Haber var!” derdi babaannem dişsiz ağzıyla gülerek, gülünce çok güzel olarak. Kız kardeşimle ben bilirdik haberin amcamlardan olduğunu. Babaannemin bu masalsı oyununa, gönüllü olarak katılırdık. Çok sürmez amcamlar da gelirdi.
                Mahallemizde hiç görülmemiş, süslü başlıkları olan kurşun kalemler, boyalar, boncuklu tokalar ve topuklu terlikler getirirlerdi bize. Annemin gizlice giydiğimiz dönemin modası apartman topuklu ayakkabıları da rahat ederdi biraz. Büyükler kendilerine gelen hediyeleri açarken merak etmezdik onlarınkini, bizimkiler gönlümüze göreydi ya gerisi hiç önemli değildi.
                 Ay ışığının, gecenin, yıldızların güzelliğini o vakit henüz anlamasak da bir arada olmanın adsız neşesini, balkonda annemin yıkayıp getirdiği su damlacıkları hâlâ üzerinde küçük mumlar gibi duran üzümleri, yıldızlara bakarak yerdik. Yengem İstanbul’u, komşularını, denizi anlatırdı. Ara sıra kanımızı emen sivrisineklerden en aç gözlüsünü yakalayıp şeffaf karnındaki bir damlacık kırmızı kanımızdan ne anladıklarını sorardık. Annem “Öyle yaratılmışlar.” derdi. Sivrisineğin üzümün enfes tadından mahrum oluşuna üzülürdük. “Şükredin halinize!” diyen annemin dilinde koca kitapların anlatmaya çalıştığı onca şey, kısa bir cümleye dönüşüp bir lamba gibi karanlık odamıza sızardı geceleri. “Uyuyan büyür.” derdi bizi yatırırken. Abla olarak kardeşine örnek ol, demeyi de unutmazdı. Abla olmak güzeldi de neden yanlarında oturacak kadar büyükten sayılmıyordum anlamazdım. Hem bir an önce büyümek isterdik hem de uyumamak… Dedem ve babaannem yatmış olurlardı, en erken onlar kalkar, en erken onlar yatarlardı. Yengem annemin çeyizinden kalma fincanlarla balkona giderken yine kahve içip fala bakacaklarını ve yalnız kalmak istediklerini anlardım. Bunu söylemezlerdi, çoğu şeyi söylemezlerdi zaten, ama anlardım. Aylardır evde olmayan babamın nerede olabileceğini anlamak için fallardan medet uman anneme üzülürdüm. Çocuklarına dair her bir şeyi bilen annem, babama dair hiçbir şey bilmiyordu. Dedem babamı aramaya gitmiyordu,   ben doğduğumda da ismim için anneme küsüp bir kez daha gitmiş yaramaz babam. O zaman dedem arayıp bulmuş. Şimdi ayağı sakat olduğu için gidemiyordu, ayağını sakatlayınca bırakmış güreşi. Dedem her alanda adını duyurmuş bir kahramandı gözümde. Askerde çavuş, sporda pehlivan, çevresinde ağaydı. Okul ödevlerimizde yardım edecek kadar da bilgili. Ne zaman öğrenmişti bunca şeyi? Ne kadar büyüktü… Babam da bu kadar büyüse keşke derdik kız kardeşimle.
               Babaannem, ilk defa o yaz babam için de “Bir salkım üzüm oldu gözümde.” deyip bize sarılıp ağladı. O yaz, babaannemin boyu daha da kısalmış gibi göründü gözüme. Ağlarken sarıldığında aynı boydaydık. Annem sonradan “Boyun uzamıştır.” demişti. Kız kardeşimin “Şiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiişt!” sesiyle ağlamayı kestik, balkon demirindeki saksağanı gösterdi. Babaannem sevindi “Haber var, gelecek!” dedi. Gözlerimiz ışıl ışıl anneme koştuk, yengemin valizlerini hazırlamasına yardım ediyordu. Babaannem “O gelecek!” diyordu, saksağan gelip öttü işte gelecek, diyordu. Amcam “Mesaim başlayacak anne.” diyordu. Yengem “Dinlenmeye toparlanmaya zamanımız olsun.” diyordu. Babaannem laf anlamaz yaramaz bir çocuk gibi ısrar ediyor, babamla amcam gitmeden görüşsünler istiyordu. Değil mi ki yılda bir görüşülüyordu, birkaç gün geç gidip abisini görmeliydi. “Hurafe bunlar hanım, bırak işinden olmasın.” demişti dedem. Babaannemin yalvarmalarıyla biletlerini iki gün ertelediler. Yengem bize hurafenin ve mesain ne olduğunu anlattı. Hurafe’li mesai’li cümleler kurup konuştuk kız kardeşimle, annemle yengem gözleri yaşarıncaya kadar güldüler. Allah ağlatmasın, diyerek gözlerini sildiler. Yanaklarındaki yaşlar üzüm taneleri kadar büyüktü. Kelimeler olmasa da ağlayacak kadar hüzünle dolu olduklarını anlıyordum.
                 Ertesi gün babam geldi, evde yine bir bayram havası. Meğer dedem buldurmuş babamı. Evden kaçan bu koca çocuğa küsmüş dedem, elini öptürmedi, bir süre hiç konuşmadılar. Amcamlar annemin onlar daha gelmeden onlar için hazırladığı ev salçası ve fasulye konservelerini alarak gittiler. Yeniden bir üzüm görüntüsünü de zihnimize bırakarak… O yıl ortaokula başlayacaktım. Yazın geri kalanı çanta, forma, eşofman beğenmekle, okul kaydı için uğraşmalarla geçti.

                 Balkonda yaz güneşine nazır küçük masamda buğusuyla bir küre bilgiçliğiyle duran üzüm, özlemekti. Çocukluğumda fark etmeden zihnime nakışlanan özlemin sembolü… Semt pazarından aldığım, bu sarı yeşil arası rengiyle beni çocukluğuma götüren üzüm, özlemlerin somutlaşmış hali gibiydi. Uzun saçlı oğlum bir salkım üzümdü gözümde, şimdi İstanbul’da üç arkadaşıyla kaldıkları evde ne yapıyordu acaba? Müzeyyen Senar dinlerken yandaki dut ağacına konan saksağan sevindiriyor beni. “Gelecek!” diyor çocuk yanım. Yakında gelecek. Birazdan dernek toplantısından gelecek olan eşime anlatsam saksağanı “Hurafe bunlar hanım.” der eminim. Erkekler daima histen yoksun, salt gerçekliklerle hayatın yalnızca kıyısına değerken; kadınlar yaratılan her şeyle iletişim kurarak hayatın bizzat içindeler. Hem de tüm zerreleriyle her sese her kokuya her bir ayrıntıya anlam katarak içindeler.
                  Telefon... Radyoyu kısmadan açıyorum, oğlum… Final haftası öncesinde üç günlüğüne gelmek istiyor. “Tabi.” diyorum, heyecanımı gizlemeden. Müzeyyen Senar “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…” diyor. Ben altın küre gibi geçmişi gösteren üzüm salkımında babaannemle beraber, kısacık kadife saçlarıyla yerde emekleyen oğlumu görüp gülümsüyorum. Yanaklarımdan şeffaf üzüm taneleri kayıp gidiyor...


                                                                                        Zeynep Sati YALÇIN

Öykü

                                                        ELTİLER

         Güzel bir bahar günüydü. İnsanı sarhoş edecek kadar güzel kokuların belli bir mizanla havaya dağılması; parktaki iğdelerin, ıhlamurların, hanımellerinin kokularının birbirine karıştırılmadan algılanmasını sağlıyordu. Parkın kanepesinde muhabbet eden iki kadın saate bakıp durağa yürüdüler. Otobüsten inince havanın güzelliğinden mest olmuşçasına ya da konuşacakları bitmediği için ağaçların gölgesine sığındılar.
        Doğal şemsiye görevindeki palmiyelerin serin gölgesinden isteksizce sıyrılan iki kadın, Rızvaniye Külliyesinin taş kemerli girişinden telveli bir muhabbetle geçtiler. Sağdaki odaların tabelalarını okuyarak yürüdüler. Ebru kursunun saati kendilerine uymadığından uzun uzun hayıflandılar. Eşlerinin talimatı gereği keyfi sayılacak her yere ikisi birlikte gitmek zorundaydılar. Demir parmaklıklı küçücük camlardan içerisini görmeye çalışarak “Hüsn-i Hat” yazan odanın önünde durdular. Celi olarak yazılan “Edep Ya Hu” istifinin güzelliğiyle ruhları kabarıp alacalı bir tüy gibi yükselirken havaya, yazının manası henüz nüfuz edememişti alacalı tüye. Bir alttaki levhada kaleografiyle yazılmış olan “Alın yazısı hariç her türlü yazı yazılır.” ibaresi daha çok hoşlarına gitti. Kapıyı çalmadan önce alın yazısı üzerine epeyce söz söylediler. Yazılır mı, yazılmaz mı, tesadüfler insanın alışılmış yaşamını değiştirir mi, değiştirmez mi, tesadüf mü, tevafuk mu demeli… gibi süren soru kelepçeleri ayaklarına dolandı. Kelepçeleri açmak için dökülen onca laf u güzaftan hiçbiri kelepçelerine anahtar olamadı ve sürüp gitti konuşma. Ta ki kapıyı açan gencin ne istediklerini sorasıya kadar...
          Kurslar vardı işte, onlar da gelmişlerdi. Hangisi uyarsa ona başlayacak, zaman ipine inci olmasa da camdan boncuklar dizeceklerdi bir şeyle meşgul olmuş sayılacaklardı. Hani bedava da olunca niye olmasındı… Hüsn-i Hat öğrenip günün birinde alın yazısı dışında her türlü yazıyı yazacak konuma geleceklerdi. Vaktiyle dergah olarak planlamış taş duvarlı odaya hızla göz attılar. Eskiden dervişlerin inziva hücresi olan odanın duvarlarında asılı olan istifleri incelediler. Kimi kubbe, kimi lale, kimi kandil biçiminde kamış kalemlerin tırtıklı iziyle renkli mürekkeplerle yazılmış istiflerin hiçbirini okuyamadılar. Bir bebek gibi uzanıp masumca yatan vav’ın muhteşemliğini, gelin gibi süzülen elif’teki asaleti, dünyaya kocaman gözlerle bakan dat’ı ve diğer harflerin bir arada ne söylediklerini hiç fark etmediler.
          Cetvelle çizilmiş gibi düz bir hatla yazılan besmeleyi göz alışkanlığıyla seslice okuyan uzun boylu olanı, zor bir şifreyi çözmüşçesine “Ben Kur’an biliyorum eltim, daha kolay yazarım.” dedi. Çokbilmiş edayla kısa boylu olanı süzdü. Kısa boylu olansa kendisinin daha yetenekli olacağından emin “Ben öğrenmeye açık bir insanım, onca çocuğa yıllardır okuma yazama öğrettim, ben daha çabuk öğrenirim.” dedi küçük dudaklarını büzdürüp daha da küçülterek. Bu onların düellosunun başlangıcıydı.
            Hoca kuşe kâğıdı çıkarıp kesti, kamışları yontarak uçlarını düzeltti. Mürekkep ve ham ipeği hokkaya yerleştirip ilk ödevlerini yazmaya koyuldu. Ödevler yazılırken kadınların sohbetleri hiç bitmedi. Komşunun çamurlu ayakkabılarla bina merdivenlerini kirleten haşarı oğlu, balkondan çırpılan sofra bezlerinden çamaşırlarına dökülen zeytin çekirdekleri, yolda tükürerek dolaşan koca adamlar ve bazı insanların görgüsüzlüğü derken, salatanın sirkeli mi, limonlu mu daha faydalı olacağı tartışması hocanın dersle ilgili anlattıklarını bastırdı. Ne kamışı tutma ne mürekkep akıtma yöntemini duydular. Celi ve sülüsün farkları salatadaki reyhan kadar alakadar etmedi ikisini de. Ara sıra kafa sallayıp vav’ın anne karnındaki bebek duruşuna benzeyişine küçük bir hayretten sonra salatayı unuttular ve bu benzetiş onlara başka çocuk düşünmediklerini hatırlattı, sonra da büyük oğullarının serkeşliğini tembelliğini birbirlerine şikâyet ettiler. Bu şikâyet dostluğa adım niyetiyleydi, başka bir niyetleri yoktu!
            Kocaları kardeş olduğundan mıdır iş ortağı olduğundan mıdır nedir, onların dedikodusu yapılmaz, ancak otoriterlikleri dile getirilirdi. Bir yerde canları mı sıkıldı hemen kalkmalılar yoksa hacı kızardı, beğenmedikleri malı ısrarla öven satıcıdan kurtulmak için de birebirdi ‘hacı kızar’ sözü. Keyifleri yerindeyse hacı bir köşede unutulurdu.
           Uzun boylu olanı ev hanımıydı, büyük elti olarak saygıyı hak edendi. Dört oğlan çocuğunun arasında didinip duruyordu. Kocası hiçbir şeyden memnun kalmıyor, tatlısız sofra görmek istemediğinden hazır tatlı olursa küsüyordu. İlla evde yapılacak. Haftada iki kez çiğköfte yapılması değişmez kuralıydı. Öğleye kadar peş peşe yayınlanan yemek programlarını izleyip türlü çeşit yemekler, pastalar, köfteler yapıyordu da kimse eline sağlık bile demiyordu. Bir gün grip olup yatsa babalarından gelen alışkanlıkla oğlanlar da küsüp odasına çekiliyordu. Kimse neyin var demiyordu. İki lafın başı “Akşama kadar evde ne yapıyorsun, sanki sabahın ayazında çalışmaya gidiyorsun…” diyorlardı. Tabi bu kış içindi, yazın tatlı uykulardan uyanmak daha zordu, o zaman da “Şu sıcakta ter döktün de…” diye başlayan cümleler para kazandırıcı bir iş yapmaması suçuna karşılık ceza gibi her seferinde yüzüne vuruluyordu. Babadan oğullara virüs hızıyla geçen bu sözler, anasınıfına giden en küçüğün bile dolaşık bir ip gibi diline dolanmıştı. Annesi dediğini yapmadığında çözülüveriyordu dili. “El kadar oğlan bile sana laf söylüyor, hem de evladınken. Ben elin onca bebesine laf anlatıyorum.” der çıkardı eltisi, o yüzden söylemek olmazdı. Yedinci sınıftaki ikizlerinse ergenlik yaşadıkları için sudan sebeplerle asabi davranışları artıp duruyordu. Kadersizdi işte kadersiz. Ama eltisine anlatıp da kendisini küçük düşüremezdi. “El arı, düşman körü” dedi içinden, annesinden geçen atasözlerinden biriydi. Ananın kaderi kızına geçermiş, sözüne inanmaması mümkün müydü? Anasının eksik kaderi kendisine geçmişti. Eltisiyse anası gibi rahatına düşkündü, bir çay içişleri vardı ki saatlerce sürerdi, evi yansa kalkıp gitmezdi, öyle bir zevkti bunların çay faslı.
            Eltisiyle yalansız konuşabildikleri tek şey liseye giden büyük oğluydu. Eltisinin büyük oğluyla anasınıfından beri hep aynı okulda ve aynı sınıfta oldukları için saklama şansı yoktu.  Saklamaya çalışsa da ispiyoncu oğlu ele verirdi yalanlarını. Doğru yanlış her bir şey ortadaydı. Tek ortak noktalarıydı.
         Kısa boylu olanı sınıf öğretmeniydi. Kısa boyuyla küçük elti olmaya fiziken de yakışıyordu. Kayınvalideye göre altın yumurtlayan tavuktu. Ütüyü ve çiğköfteyi kocası yapardı. Evi darmadağın olsa da akrabalarını yılda ancak birkaç kez yemeğe çağırsa da elinin ağırlığından nazla niyazla hizmet etse de ‘çalışıyorum’ kalesine sığınmayı bilecek kadar akıllıydı. Bütün eksiklikleri beceriksizlikleri örten pırıltılı bir örtü kabilinden çalışıyor oluşunu kullanırdı. Yıllardır eskimeyen sapasağlam bir örtü... Bir oğlu bir kızı vardı. Gönlünce yetiştirememişti ama yakınıp da eltisini sevindiremezdi. Büyük oğlu hariçti. Elti oğlu her şeyi anlatıp rezil edebilirdi. Yalandan övünüp de bunca yıllık öğretmenliğine halel getirtemezdi. Varsın bir tek onu kötü bilsindi kurtlu eltisi. Okullarını hiç olmazsa sınıflarını ayırmak için elinden geleni yapmış ama kayınbiraderi sıcak bakmadığı için başarılı olamamıştı. Ağabey olarak böyle işlerde onun sözü geçerdi. Amcaoğulları olan çocuklarsa annelerinin zıddına çok iyi anlaşıyor, hayırda ve şerde birbirlerini kolluyorlardı. Bu doğal ve babalarca istenen birliktelik, annelerce onların tembelliklerinin serkeşliklerinin dik başlılıklarının dedikodusunun yapılmasını kolaylaştırıyordu. Sekizinci sınıftaki kızının artık annesi de dâhil olmak üzere hiçbir şeyi hiçbir kimseyi beğenmeyişini eltisine anlatamazdı ya. “Elin bebelerini terbiye etmeden evvel kendi bebelerini terbiye et.” derdi eltisi.
         Hoca ilk ders için Rabbiyessir’i yazdı. Harflerin içine, altına, üstüne koyduğu noktalarla harflerin uzunluk ve derinlik ölçülerini anlattı. Sohbeti iyice koyulaştıran kadınlara “Kolay gelsin!” deyip kendi çalışmasına döndü. Ödevleri poşete yerleştirirken küçük elti bilmiyormuş gibi oğlanın matematik yazılısını sordu. 44 almış. Küçük eltinin ki de 52. Öğretmen çocuğunun biraz farkı olsun dercesine oğlunun notunu ağzını büzdürerek söyledi. Ben öğretmen olsam oğlum 100 alırdı yüz, dercesine “52 mi” diye kaşlarını kaldırıp 52’yi ağzını gere gere tekrarladı büyük elti, her harfin hakkını vererek.
          Hat hocası, yoğun aile muhabbetinin sağanağı altında bunalışının devasını ezan sesinde buldu. Nezaketinin sömürülüşüne karşı biriken isyanla “Ben namaza gidiyorum, kapıyı kilitlemem lazım, ablalar.” deyip çıktı küçük odadan ve iki kadının çıkmasını bekledi. Dudaklarının kıpırtısı ezan duası mıydı, yeni bir söz sağanağına yakalanmamak için dua mıydı anlaşılmadı.
           Güneş gecenin bağrına sokulmaya hazırlanırken kızıl saçlarını uzun bir hat gibi sermişti önlerine. Bugün çiğköfte günüydü büyük elti için. Kolu ağrıyacaktı şimdi, aylardır kopacak gibi ağrıyordu zaten ama kimseye diyemiyordu ki… Kamış kalemi nasıl tutmalı onca harfi nasıl yazmalıydı… Yarın komşuları, öbür gün dayısıgiller gelecekti. Kardeşinin hanımına bebek görmeye, teyzesinin kaynanasını hastanede ziyarete gidecekti. “Yine de harfleri biliyorum ya o bana yeter. Gece mece yazar bırakırım, eltiye rezil olmam Allah’ın izniyle. Elif’i görse mertek sanır o, ha hay.  A,B,C, ye benzemez bu iş. Nokta nokta süsler zaten kolay.” dedi içinden. Noktaların ölçü oluşunu duymamıştı bile.
           Küçük eltinin hem Türkçe hem matematik yazılısı vardı okunacak. Her öğlen eve gelince en az bir saat uyumadan hiçbir iş yapamazdı. Sonra, hala sabahın rehavetini taşıyan yataklar toplanacak, bulaşıklar dizilecek, yemek yapılacak… Ne zaman yazacaktı ki bunca harfi. İşin içinde elti hırsı olunca “Ben eğitimciyim, çabuk öğrenen bir insanım ya o bana yeter. Gece biraz geç uyur yazarım. Allah eltime rezil etmesin, Kur’an biliyorum, harfleri yazarım diye kurumlanıp duruyor, bilip okumak ayrı, yazmak ayrı, üç beş denemeyle ondan güzel yazarım. Noktalarla süslemek zaten kolay.” dedi içinden. O da noktaların ölçü olduğundan bihaberdi.
     Otobüs durağa gelince kısa boylu olan küçük elti indi. Diğeri gözleriyle bir süre takip etti gideni, yanına oturana konuşmaya hasret kalmış insanın söz orucu açması gibi anlattı: “Haftaya görürüz bizim kağnı eltiyi, çalışıyormuş, biz evde olunca bütün gün oturuyoruz sanki. Temizliğin, yemeğin, böreğin, köftenin hatta her şeyin en mükemmelini bekliyorlar. Çalışıyorum deyip de sığınacak bahanemiz bile yok. (Çalışıyorum derken, tıpkı eltisi gibi dudaklarını büzdü) Verilen harçlıklardan artırdığımla yine eve tencere tava alıyorum. Onun gibi kazancımı kozmetiklere yatırmıyorum. Bir de güzel olsa bari…” dedi, yanındaki puşili kadın hiç tanımasa da baş sallayıp onaylamakla yetindi. Rahatlayan büyük elti, son durakta inip toptancılar pazarına yöneldi. Un alınacaktı.
        Küçük elti iner inmez telefona sarıldı, “Abla, sorma ya Hüsn-i Hat kursuna başlıyoruz da eltinin çenesinden başım ağrıdı. Akşama kadar evde oturuyor, konuşacak adam yok, buldu benim gibi iyi dinleyiciyi, döktürdü içinin pasını. Allah’tan evlerimiz uzak. Okulda onca çocuğun sesinden zaten kafam şişiyor... Çalışmadı ki bilsin. Yemek fırında, hanım gezmede. Harçlık da kocadan… Ekmek elden su gölden yaşıyor, ben öyle miyim? Ben enerjim bitip eve varınca o çoktan işi bitirip gezmelerde el âlemin kulaklarını çınlamaya başlamış oluyor.” dedi yürürken. Öğreneceği hattan çok eltisiyle girdiği gizli yarıştı ona coşku veren.
                      …


             Dillerden dökülen onca ses, dalgalar halinde halka halka havaya yükseldi. Alacalı bir tüy geçti halkaların arasından, şadırvanın üstünde konakladı. Arınmışlık akan suyun sesi doldu kulaklara. Bahar rüzgârının musikisiyle çoğalan yaşama arzusu konaklayacak güzel bir yer arayarak havadaki güzel kokuların içine karıştı. Akşam alacası eşyanın üzerine koyu gölgelerini uzatarak hoş kokular eşliğinde ılık bir akşamın başlangıcını haber veriyordu. 

10 Haziran 2015 Çarşamba

Bilgilendirme

Merhaba arkadaşlar,

Bütün gelişmeleri ve yazılarımı artık bu blog adresinden paylaşacağım,

takipte kalın !



- Zeynep Sati Yalçın